4.18.2010

Kayıp Zamanın Peşinde { Atilla Çelik Röportajı}



Sofistike Sportive (SS): Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğin için çok teşekkürler. GSCimbom'dan beri çok saygı duyduğum bir abimsin. Kısıtlı zamanını ayırıp cevapladığın için teşekkür ederim. Galatasaray'dan başlayalım. Ligin bitimine az bir zaman kaldı. Galatasaray'ın şampiyonluk şansı var mı ?

Atilla Çelik (AÇ): Rica ederim Meriççiğim. Ne demek, asıl ben teşekkür ederim verdiğin özel değer ve sevgin için.

Galatasaray bilindiği gibi son haftalarda beklenmedik puanlar kaybederek şampiyonluk şansını bayağı zora soktu. Keskin virajları maalesef yara alarak dönebildi. Sağlıklı çıkamadı. Matematiksel olarak baktığımızda Galatasaray’ın tabii ki şampiyonluk şansı hâlâ var. Ama burada asıl önemli olan Galatasaray kalan beş maçını kayıpsız geçebilecek mi? Eğer şampiyonluk kelimesini ağzımıza almak istiyorsak beşte beşlik bir başarı oranı tutturmak gerekiyor ki, ondan sonra bakalım, rakipler puan kaybediyor mu etmiyor mu?

Bursaspor’un Gaziantepspor’u mağlup etmesiyle şampiyonluk şansı iyice azaldı bana göre. Bursaspor’un oynayacağı üç maç daha kaldı. 33. hafta Ankaraspor maçını bay geçiyorlar. Ama bu üç maçtan beş puan kaybedemezler mi? Neden kaybetmesinler? Sırasıyla Galatasaray, Kayserispor ve Beşiktaş ile oynayacaklar. Ligin çok güçlü ekipleri bunlar. Eğer 31. hafta Galatasaray Bursaspor’u iki farklı mağlup ederse ve Bursaspor kalan tek maçında berabere kalırsa, Galatasaray da beşte beş yaparsa Bursaspor Galatasaray’ın altında kalabilir puan eşitliği durumunda. Ama dediğim gibi bunun için Galatasaray’ın beşte beş yapması aslolan şey. Galatasaray’ın işin çok ama çok zor. En azından Şampiyonlar Ligi treni kaçırılmamalı. Eğer Baros ve Kewell’dan uzun süre mahrum kalınmasaydı şu an Galatasaray’ın güle oynaya kazanacağı şampiyonluğu konuşuyor olurduk.

SS: Şampiyonluktan öte bir de Rijkaard mevzusu var. Bir ekol, bir devrim mi Rijkaard?


AÇ: Rijkaard’ın bir ekol olduğunu görmemek imkansız olur tabii ki. Sonuçta Hollanda ekolünden gelen, yıllardır Hollanda – İtalya ekolü üzerine odaklanmış futbol oynayan ve Barcelona’daki mevcut yapıyı hamleleriyle bir üst dereceye çıkarmış bir isimden bahsediyoruz. Normal şartlar altında Rijkaard’ın Galatasaray’a şu meşhur 1980 yılı sonları Milan’ının bir yapısını monte etmek istediğini düşünüyorum. O zamanın Milan’ı sürekli atağı, hücumu düşünen ama aynı zamanda taş gibi defans yapan bir takımdı. Zamanın en iyi Real Madridlerinden birini o dönemde 5-0 mağlup ettiklerini hatırlıyorum.

Rijkaard bir devrim mi sorusuna verilecek yanıt ise o kadar kolay değil. Devrimin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği önemli olan şeydir. Ona bakarsak Skibbe ismi de bir nebze devrim sayılırdı. Çünkü Skibbe’ye kadar Galatasaray kaos futbolunu başarıyla uygulayan bir takımdı ve Skibbe tamamen farklı bir futbol düşüncesine sahip olan, ayağa pas, akıl futbolu üzerine odaklı bir hocaydı. Maalesef bunun nimetlerinden yararlanamadık.

Rijkaard da keza aslında söz konusu futbol dilinin bir uzantısı. Ama devrim olup olmamasını görebilmek için Rijkaard tek başına yeterli değil. Yönetiminden taraftarına, takımın zihinsel anlayışından altyapının dönüşümüne kadar bir çok noktanın Rijkaard bilgisi ölçüsünde ve aynı zihinsel düşüncenin paralelinde revize edilmesi lazımdır. Eğer siz onca revizyonu sağlamazsanız, sadece oyuncu alıp Rijkaard’ın eline verip bundan bir helva yapmasını isterseniz bu devrim falan olmaz. İlgili takım başarılı olsa bile bu başarı durumu geçiciliğe mahkumdur. Önemli olan bir çok alanda Rijkaard doğrularını uygulayabilmek. Teknik direktör kısmı devrim olayının tek parçası. Yönetim anlayışı, altyapı zihniyeti, sistem kurma samimiyeti gibi konularda devrime gidilmeden teknik direktörünüzün tek başına devrim olabilmesi mümkün değildir. Bir futbol takımına dair her şey bir bütün halinde bu yöne çekilmeli.

SS: Skibbe döneminde daha iyi top oynuyorduk deniliyor. Skibbe ile Rijkaard karşılaştırması doğru mu?

AÇ: Neden yalan söyleyeyim. Skibbe dönemi Galatasaray’ı bana daha fazla zevk veriyordu. Rijkaard dönemi Galatasaray’ının sezon başlangıcındaki performansı biraz daha yukarı çıksaydı ve belli bir istikrar tutturulabilseydi Skibbe dönemi futbolundan daha iyi olduğunu söyleyebilirdik. Ama maalesef bir çok dinamik yüzünden bu mümkün olmadı. Ama bu şu anlama gelmesin. Skibbe ve Rijkaard karşılaştırılamazlar. Karşılaştırmak da doğru değil. Geçen yıl ve bu yılki dinamikler, sakatlıklar çok belirleyici.

Öte yandan Rijkaard, Skibbe’ye nazaran çok daha şanslı. Aslında dikkat edin, Skibbe kendisine yapılan yanlışlar, üvey evlat muamelesi görüşü, taraftarlar tarafından kendisine sabredilmemesi ve hatta bazılarınca adamdan sayılmaması gibi nedenlerden dolayı Rijkaard’a nazaran çok feci şanssızdı. Kredisi bile yoktu. Rijkaard’a ise sonsuz bir kredi tanındı. Seyirci Rijkaard’ı hep bağrına bastı. Yönetim Rijkaard’a üvey evlat muamelesi çekmedi. Ayrıca hem Rijkaard hem de Skibbe döneminde yaşanan kritik sakatlıklar ve bu sakatlıkların takımın asıl çarklarını bozacak hüviyette olması gibi etkenler işlerini verimli yapabilmelerini çok engelledi. Ama eğer ki bir kıyas konulsaydı, Skibbe Rijkaard’a nazaran çok şanssızdı, çok daha zorluklar içindeydi ve ona rağmen onca zorluk içinde güzel futbol oynamasını da bilmişti. Bu dikkat edilmesi gereken bir husus.

SS: Geldiğinden bu yana bir türlü beklenen patlamayı yapamayan Elano için ne diyeceksin? Elano'nun sorunu arkasında oynayanlar mıdır?

AÇ: Bazı kişilere göre Elano topçu bile değil! Galatasaray’a hiçbir faydası olmayacaktır! Ama gerçek o değil. Elano normalde çok akıllı bir futbolcu ve Galatasaray futbol takımının en iyi pas yapan oyuncusu. Elano’nun gerekli patlamayı yapamamasının bir çok nedeni var. Öncelikle asıl Elano potansiyelini sergileyebileceği aynı düzeyde oyuncularla yan yana olamadığını ve aynı zekadaki oyuncularla desteklenmediğini düşünüyorum. Bir de Galatasaray futbol takımının bütünsel aklı ile Elano aklı bir türlü uyumlaştırılamadı. Ayrıca Elano normal şartlar altında forvet arkası gibi bir bölgede daha hücumcu bir anlayışla daha faydalı olabilecekken, Galatasaray orta sahasının ve defansının pas yapabilme özrü nedeniyle geriye, ön libero bölgesine mahkum ediliyor. Mahkum ediliyor ki takım geriden pas yapabilsin. Ama böyle olunca Elano çok etkisizmiş gibi görülüyor. Seneye Lucas Neill’in yanına çok iyi pas yapan bir stoper ve Elano’yu destekleyecek iki üst düzey zekalı orta saha oyuncusunun Elano’nun asıl özelliğini açığa çıkaracağını düşünüyorum.

SS: Son yapılan protesto için blogunda yazı yazmıştın. Kısaca bu röportajda da özet geçer misin?

AÇ: Öncelikle taraftarların tabii ki protesto hakları mevcuttur ama protestonun bir adabı vardır. Protestonun asıl amacı takımı ateşlemek ve kendine getirmek olmalıdır. Bu bağlamda ilk 5 dakikada sessizlik uygulaması doğruydu. Ama bunu abartırsanız, belden aşağıya vurursanız, takımınız gol atarken bile umursamazsanız, re re re ra ra ra gibi Galatasaray marşı olmuş bir tezahüratı okuyan taraftarlara yuh çekerseniz buna protesto değil, olsa olsa terbiyesizlik, akılsızlık ve döneklik denir. Daha 1-2 ay önce bağrına bastığın bir oyuncuyu affedersin itin kıçına sokarsan bu dönekliktir. Aşırı yapılan her şey zararlıdır ve o gün bir kısım Galatasaray taraftarı maalesef zararlı olmuştur. Aslında İzmirli Galatasaraylıları top yekun Ali Sami Yen’e almak lazım. Kendilerini Ali Sami Yen stadının sahibi gibi görenlerin İzmirli Galatasaraylı taraftarları izleyip taraftarlık nasıl olurmuş görmelerini isterdim.

SS: Ahmet Çakar kesimi var basında, Rijkaard'ın hoca olmadığını düşünen. Onları yolda görsen ne demek isterdin?


AÇ: Hollanda’nın köpekleri bile güler onlara, bunlar ne diyor ve hangi melodiden, şiveden havlıyorlar diye. Onları yolda görseydim “sıçacak kenefiniz bile yok,” derdim kısaca. :)



SS: Yeter bu kadar futbol ve Galatasaray. Biraz bloglardan bahsedelim. Ne zamandır açık Kayıp Zamanın Peşinde isimli blogun? ( http://kayipzamaninpesinde.blogspot.com/ ) Aklına nereden geldi böyle bir şey? Nasıl yaklaşıyorsun bloguna?

AÇ: Blogumu 19 Haziran 2009’da açtım. 10 ay olmuş topu topu. Aslında daha önceden de bir bloga sahiptim ama daha çok şahsi bir günlük tadındaydı. Silmiştim onu. Bu blogu açmam daha çok Sportif Cümleler’den Burak Eren’in zorlamasıya olmuştur. Sürekli neden bir blog açmadığımı sorar dururdu. En sonunda onun da zorlamalarıyla aklıma yatmaya başladı. Aklıma bir şeyler geldikçe yazarım; müzik, edebiyat, sinema, futbol, felsefe, tarih, psikolojik yazılar derken ne varsa her şeyi boca edebilirim, neden kendimi bu zevkten mahrum bırakayım ki diyerek açmıştım.

İnsanlar daha çok futbol okumayı seviyorlar. Ben ise bir çok şeyden bahsetmek istiyorum. Hal böyle olunca salt futbol blogları kadar yoğun takip edilmiyorum. Bir de çok yoğun bir iş hayatım olduğu için bir şeyleri uzun uzun araştırmak bana göre değil. Bu şartlarda zor yani. Avrupa futbolu hakkında çok bilgim olsa bile zaman kaybı olacağını düşündüğümden Galatasaray harici yazmıyorum. Aslında ne yazmak istiyorsam onu yazıyorum. İçimden gelenleri yazıyorum. Duygular ve hislerimi. Araştırmakla, bir yerlere bakmakla hiç kasamam. Bir his gelir, yazının uzunluğuna göre 10-20-30 dakika yazar, çat diye yollarım. Anlık his patlamaları diyelim. Bazı yazılarım da zaten arşivimde mevcut olan yazılardır.

SS: Sıkı bir Rock ve Metal dinleyicisisin. Biraz bahseder misin bundan? Hangi şarkılar seni bitirir mesela :)

AÇ: 18-19 yıldır bu müziği dinliyorum. Yaşım o kadar ilerlemesine rağmen hâlâ ilk günkü heyecanla en sert Metal eserlerini ninniymişçesine hissederek dinliyorum. Hayatımın en büyük lezzetlerinden biri bu müzik. Eğer tam şu zamanda ve yıllardır kendime has bir hayal gücü, geniş ve farklı bakış açılarım, sorgulayıcı yönlerim mevcutsa bunda dinlediğim müziğin de büyük payı var, hiç durmaksızın sürekli okuduğum kitaplarla beraber. Bu müzik bana sürekli olumlu hisler kazandırıyor. Büyük bir enerji, mutluluk, adrenalin veriyor. Bir şeyleri sorgulatıyor.

Beni bitiren çok şarkı var. Hangi birini sayayım ki? Death Metal, Progressive Metal eserlerini son dönemde daha yoğun takip ediyorum. Nelerin beni deli ettiği profilimde yazıyor. :p Hem beni delirten parçaları zamanı gelince blogumda hep paylaşıyorum. :)

SS: Özel bir soru olacak ama evlenmeyi düşünüyor musun?

AÇ: Bu soru bana sık sık soruluyor. Açık ve net cevaplayayım. Hayır! Düşünmüyorum. Ne zaman düşünürüm? Onu da bilmiyorum. Olayın doğru insan meselesiyle asla alakası yok. Sadece uzun zamandır yaşadığım hayat, rahatıma düşkünlüğüm, bazı ailevi meseleler ve kendi özel meselelerim nedeniyle düşünmüyorum.

SS: Yaşamındaki hedefin nedir ? Yani neyi yaptığında "tamam artık" diyeceksin?

AÇ: Yaşamımdaki hedefim öncelikle mutlu ve huzurlu yaşamak. Bundan ötesi ayrıntı. Ölene kadar tamam diyebileceğimiz bir lükse sahip değiliz. Ama tam şu anda yolumuzda yürürken geleceği inşa etmeyi ve temeli sağlam tutmayı da es geçmemeliyiz. Kısacası geleceği garanti altına almayı düşünmek çok çok önemli.

SS: Bizim blogu nasıl buldun? Birkaç kısa değerlendirme alırsak mutlu olacağım.

AÇ: Öncelikle bir eleştiride bulunmam lazım. Tabii bu tamamen sizin iyiliğiniz için. Bir blogun mottosu ve bu mottoya uymak çok önemli. Eğer blogun ismi Sofistike Sportive ise ve Sporun azımsanmayacak olan güzel tarafına değinmek adına yola koyuluyorsanız bir çok çalışmanızın bu bağlamda şekillenmesi gerekir. Buna dair ince nüansları yakalamak çok önemli.

Daha yolun başında sayılırsınız. Zamanla deneyim kazandıkça buna uygun yazıları da yayınlayacaksınızdır. Yazılarını güncelledikçe sürekli bakıyorum neler yazdığına. Yazı arşivini genişlettikçe ve blogunuzu insanlara haber ettikçe, daha fazla takip edildikçe daha fazla yazma şevkiyle dolacaksınızdır. Onlarca spor blogu var ve bu bağlamda bilgiyi, güncel konuları iyi seçmek çok önemli. Bir farklılık oturtmak çok önemli. Asıl odaklanmanız gereken konu bu olsun bence. Eğer ki bu anlamda bir hedefiniz varsa.

SS: Son olarak bu röportajı okuyanlara ve blog dünyasına bir mesajın var mıdır?


AÇ: Öncelikle röportaj için teşekkür ediyorum. Röportajı sonuna kadar okuyanlar olmuşsa onlara da teşekkür ederim. Blog dünyası çok özel bir dünya. Türk medyasına göz attığınızda ve akabinde kendisini kanıtlamış bir çok bloga baktığınızda arada inanılmaz farklar görülecektir. Göreceksiniz ki, gazeteler ve medya bir şeylerin peşindeyken, ortalığı germenin, daha çok satmanın, futbolun güzelliğini yok etmenin peşindeyken, şerefsizce yapılan masa başı haberlerinin ve yalan haberlerin peşindeyken, bu yönüyle insanları doğru haber alma hakkından mahrum edip hak etmedikleri para ile karınlarını doyurmanın peşindeyken, bloglar onların aksine futbolun ve sporun ne kadar güzel olduğunu, futbolun o kadar basit olmadığını gösteriyor. Müthiş bilgi birikimleri ve gözlemler yer alıyor. Sonuçta bloglarda para denen şey değil, samimiyet ve ilhamları paylaşmak söz konusu. Bu birikim ve gözlemleri yansıtan blogları, misal bir Flying Dutchman Fırat Topal’ı 20-30 gazeteye, bir çok şerefsiz spor yazarı müsveddesine değişmem. Bu kadar basit ve öz..

Bir de blog dünyasının iyi tarafı herkesin söyleyecek bir şeyi olması. Misal bu aralar bazı reklamlar görüyorum. Blog Ödülleri 2010 yarışması muhabbetine şahit oldum. Bence bu tür şeyler gereksiz. Çünkü blog platformu bir yarış platformu değil. İnsanların söylemleri var. İlhamları var. Ve insanoğlunun bu arenadaki ilhamı bir yarış atı değildir. Olmamalı da!

Saygılarımla..

Çok güzel röportaj oldu.Çok teşekkür ediyorum tekrar. Eleştrileri de dikkate alacağız. :)

0 yorum:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails